Röportajlarınızda "multi-disipliner çalışma" vurgusu göze çarpıyor. Böylesi bir üretim pratiği için, ilgili coğrafyanın mimarlık ortamında uzmanlaşmanın da yaygınlaşması gerekiyor. Ancak Türkiye'de böylesi bir yaklaşıma sıklıkla rastlayamıyoruz. İngiltere'de okumuş ve orada mesleğini yürüten birisi olarak söz konusu vurgunun, tam olarak da İngiltere'de bulunmanın yarattığı bir zihin açıklığının sonucu olduğu söylenebilir mi?
Multi-disipliner çalışma, bir lüks değil bir gereksinim… Bu, herkesin her zaman mecburen yaptığı bir şey. Bir binanın tasarım sürecinde mimarın, kendi başına tasarlayıp mühendise "Al şunu, içine birkaç kolon koy" demesi gülünç bir şey. Ama Türkiye'de yapılan da tam olarak bu! Artı, binalar çevrecilik açısından giderek karmaşıklaşıyor. Bir bina, bir bakıma kompleks bir mekanizma… Ve bir mimarın, tüm bu mekanizmayı tek başına düşünebileceğine inanmak mümkün değil. Söz konusu vurguyu da bu nedenle yapıyorum.
Öte yandan vurguladığım bir diğer kavram, sürdürülebilir, Türkiye'de de artık sıklıkla konuşulan bir konu… Çünkü modası geldi! Ama moda havası geçtikten sonra bunun tatbikatının yapılması gerekiyor. Bu tatbikatı, eğer mühendisler olmazsa nasıl yapacağız? Dolayısıyla mühendislerin de yaratıcılıklarının öne çıkarılması gerekiyor. İngiltere'de öğrendiğim belki de en önemli iki şey bunlar… Proje geldiğinde mimarın boş kağıda kendi başına bakmasın yanlış olduğu… Her projenin çok sayıda ve birbirinden farklı katmanı var ve tüm bunları üretmek, bütünsel bir tasarım şekline işaret ediyor. Ben, Bath Üniversitesi'nde de bunu gördüm, Arup'taki deneyimimde de…
Röportajın başında, İngiltere'de sistematik çalışmaya verilen önemi ve bunun işlerliğini gündeme getirdiniz. Bugün tam olarak da böylesi bir üretim şeklini Türkiye'de ne denli hayata geçirebiliyorsunuz?
Geçirebiliyorum, o yüzden buradayım. Çünkü Türkiye çok değişti. Ben 1989'lar 90'lardan bahsediyordum. Oysa ki 2000'ler ile birlikte Türkiye, dışarıya açıldı. Buraya yönelik çalışanlar, o mentaliteyi Türkiye'ye aşıladılar. Dışarıda uygulama yapıp, ülkeye geri dönenler o fikri taşıdılar. 1990'larda Türkiye'de "project management" (proje yönetimi) diye bir kavram yoktu! O sıralarda, Türkiye'de gerçekleştirilecek bir toplu konut projesi ile ilgileniyorduk ve bu terim kimseye tanıdık değildi. On sene içerisinde kavram yerleşti ve bugün, bunun alasını yapıyoruz! En iyisini yapıyoruz! Türklerin en iyi tarafı, bir konuyu kaptıklarında en iyisini yapabilmeleri… Kopyalama değil, en iyisini yapmak! Bence bu açıdan dünyanın Türklerden korkması gerek. (gülüyor)
O halde çok disiplinli çalışmanın da Türkiye'de kısa sürede yaygınlaşacağına inanıyorsunuz.
Mesela bir Norman Foster neden gidip Çin'deki havalimanını, ya da Renzo Piano Londra'daki gökdeleni tasarlıyor? Neden Türkler de bunları yapamıyor? Neden yapmasınlar? Ama işte bu çalışma yöntemini tam olarak kavramadık. Burada, elbette yalnızca profesyonellerden bahsediyorum; mimarlar, mühendisler ve onlarla birlikte çalışan ekipler… Burada geriye kalan küme de mühendisler… Türkiye özelinde, söylemesi ayıp ama mühendisler, mimarların hizmetçisi gibi hareket ediyorlar. Elbette yalnızca Türkiye'ye özel bir durum da değil; Doğu Avrupa'da da böyle bir alışkanlık var. Söz konusu Doğu Avrupa'dan kastım, eski komünist memleketler ve biz, orada da pek çok proje yapıyoruz. Mühendisler, servis veren bir disiplindenmişçesine davranıyorlar. Ve ben, mühendislerin kendilerini öne atmaları gerektiğini düşünüyorum. Artık "yaratıcı mühendis"lerin oluşması lazım. Şu anda Türkiye'den yaratıcı bir mühendisin ismi aklınıza geliyor mu? Mimar belki, ama mühendis? Gelemez, çünkü hiç kimse yok! Ama Sir Ove Arup bir mühendis. Buro Happold'un kurucusu Ted Happold da bir mühendis. Anthony Hunt, Chris Williams, bir sürü mühendis aklıma geliyor ve bu isimler, yaratıcı insanlar! Sofistike binaları, bilhassa bugünün binalarını üretebilmeniz için, yaratıcı mühendislerin ortaya çıkması lazım ve bunu, kendilerini ortaya atarak kotarmaları lazım.
Peki bunun tohumlarını ekmek için mi Türkiye'ye geldiniz?
Evet, öyle gözüküyor. Hem akademik hem de pratik açısından… Bu pratiği gerçekleştirebilmek için benim çok "kötü" bir alışkanlığım var: Bu gibi mühendislere ihtiyacım var! Tasarım esnasında ihtiyacım olan bir süreç bu ama burada, bu gibi insanları pek bulamıyoruz. Bu amaçla "Eco-Alliance" isimli bir yapılanma ortaya çıkardık. Bu, bir tür "dayanışma"; profesyonellerin yan yana gelerek birbirlerine destek verdikleri bir oluşum. Dışarıdan gelen profesyoneller, burada konsept çalışması yaptıktan sonra uygulama yapamazlar, çünkü ücretler yetersiz. Türkiye'nin ekonomisi, Londra ile kıyaslarsanız beşte biri… Dolayısıyla mimarın, yurtdışından aldığı desteği yerel bir mühendis ile ortaklaşa yürütmesi lazım. Bunu yapanlar da var: Mesela Murat Tabanlıoğlu, Hanif Kara ile birlikte çalışıyor. Tam olarak da böylesi bir ortamı, daha geniş bir kapsamda yaratabilmek için de "Eco-Alliance"ı yarattık. Burada, yurtdışından gelen uzmanları, yerel mühendisler ile bir araya getirerek bir nevi ortaklık kurmalarını öngörüyoruz. Dolayısıyla Türkiye'de ben, bir mimar olarak mühendisleri yaratıcılığa çağırıyorum. Belki de bu yanlış, onların kendilerini öne atması lazım. Ama ben diyorum ki, "Haydi gelin! Biraz düşünün; neden siz de bir konuyu sıfırdan düşünmüyorsunuz?"