Fotoğraf: Gül Köksal
Endüstri mirası hangi kriterler göz önüne alınarak korunmalı?
Bir kere mutlaka bütüncül bir üst plan çerçevesinde ele alınmalı. Endüstri mirası sürecinin Türkiye'deki karşılığına bakmak gerek. Bu süreç içerisinde Silahtarağa'nın, SEKA tesislerinin ya da daha yakın dönem örneklerin yeri tespit edilmeli. Çünkü bu yapılar, bizim kendi endüstriyel sürecimizin şekil bulmuş halleri.
Bu binalar üzerinden biz süreç okuması yapıyoruz, dönüşüm olsa dahi, bu süreci bu yapıların üzerinden anlatabiliyor olmamız gerek. Çünkü yakın tarihimiz ve yeni sanayileşme girişimlerimiz bu tarihin üzerine kuruluyor.
Bunların dışında bir de işlevini sürdüren tesisler var. Bu tesislere yaklaşımımız da, onların ülke ekonomisine katkısını, bulundukları yer ile kurdukları ilişkiyi, bellekteki yerlerini vs. göz önünde bulundurarak, yine ulusal ve hatta uluslararası endüstri mirası gözüyle olmalı.
Ayrıca bu tip tesislerin işlevlerinin sürmesinin şöyle bir avantajı var: Tesislerin bulunduğu alanlar, hem ekonomik anlamda, hem de yaşamsal anlamda daha canlı ve daha gerçekçi alanlar. Geçmişe dair bir şeyi ortadan kaldırılınca, alan kimilerince tertemiz ve soylulaşmış bir hale geliyor belki, ama olayların arka planını da göremez hale geliyorsunuz.
İşleyen bir tesisi konunun tüm uzmanları her açıdan inceledikten sonra, rant kaygısı güderek değil; ülke çıkarları, kültürel miras ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda o tesis hakkında "olmasa da olur" kararı verirlerse, ancak kapatma ve yeniden işlevlendirme gündeme gelmeli ve aslında bu da kamu yararı için başka türlü bir olanak olarak değerlendirilmeli. Fakat yeniden işlevlendirme aşamasını alelacele yapmak doğru değil. Bu aşamada o tesisin kent ve ülke için anlamı tanımlanmalı, tesisin hangi özelliğinin ne kadar ön plana çıkarılacağına karar verilmeli. Yani önemli olan, bizdekinin tam tersine hız değil. Bir de yatırım önemli. Çok
Fotoğraf: Gül Köksal
büyük tesislerden söz ettiğimiz için, büyük yatırımlar gerekiyor. Fakat bizde işveren ya yatırımcısı belli olmadan yeniden kullanıma kalkılıyor, ya da Silahtarağa gibi sınırlı ve önü görülemeyen bir bütçe ile. Elbette bir süre sonra para tükeniyor ve artık geri dönüş de olmuyor, çünkü "büyük mercilere" sözler verilmiş oluyor. Önemli bir başka konu da yaptığınız müdahalenin kaldırılabilir olması. Sizden örneğin elli yıl sonra, müdahalenin tamamen yanlış olduğunu düşünen bir yaklaşım, o müdahaleyi tamamen kaldırabilmeli.
Tersane-i Amire'nin kuruhavuzu
Fotoğraf: Gül Köksal
Yeniden işlevlendirmeye Haliç'te daha sık rastlıyoruz. Haliç genelinden yola çıkarsak, bizde eksik olan ne?
1980'li yıllarda Haliç'te bir "temizlik çalışması" yapıldı. Bedrettin Dalan'ın yaptığı o temizlik çalışması, bütün endüstri izlerini geri dönüşü olmayacak biçimde, bir "tabula rasa" olarak ortadan kaldırdı. Haliç'in sorunları "bir göz rengine" indirgendi, bunun projesi de "bir kişinin kafasına"ydı zaten. Haliç'i kirleten niteliksiz küçük sanayinin oradan kaldırılması gerekiyordu evet, ama Dalan önüne geleni yıktı. Uygulama şöyleydi, Haliç'in güney kıyısında belediye yıkıyor yıkıyor, Cibali'yi tutuyor, yıkmaya devam ediyor Feshane'yi tutuyor, yine yıkmaya devam ediyor, sonra çok komik bir biçimde Eyüp'de bir tuğla fabrikasının bir tek bacasını bırakıyor. Diğer yakada Sütlüce Mezbahası'nın başına gelen de ortada. Anlamsız bir rekonstrüksiyon uygulaması, yıkıp yerine yenisini yapınca ne değeri var ki o yapının artık orada, üstelik artık et de kesilmeyecek orada!
1990'ların sonundan itibaren Haliç'teki dönüşüm sürecine baktığımızda, bütüncülden ziyade parçacıl yaklaşımların olduğunu görüyoruz. Haliç'in güney kıyısında nokta nokta dönüşümler var, ama bunların işlev, konu ve kıyı sürekliliği açısından birbiriyle ilgisi yok. Dolayısıyla bunların sadece bulundukları alanı, steril bir hale getirdikten sonra kullanmaya yönelik girişimler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu noktasal örneklerde, o tesisi anlamaya yönelik girişimler yok. Sit olarak tescil edilmiş yer bir noktaya, bir yapıya indirgeniyor. Çünkü konuyla ilgilenen mimar, işin planlama boyutunu atlıyor, planlamacı ekonomik boyutunu atlıyor. Az önce de söylediğim gibi bu iş disiplinlerarası bir iş.
Bu noktada şehir hatları vapurlarının bakım-onarımının yapıldığı en uygun, en ekonomik yer olanTersaneyi çok önemli buluyorum. Çünkü Tersane Haliç'teki canlılığı, gerçekliği ve Haliç'in bütün unsurları arasındaki ilişkiyi sağlayacak tek yer. Tersane de bu bakış açılı bir dönüşüm sürecine girerse, Haliç tamamen birbirinden kopuk uygulamalardan oluşacak. Ama Tersanede ilginç bir şeyle karşılaştım. Biz endüstriyel mirasın korunması gerektiğinden bahsediyoruz, ama tersanenin kapatılmasına karşı grev yapan işçilere, başka iş imkanı sunulunca onlar Tersane'yi bırakıp gidebiliyorlar. Bu biraz da kent yaşantısı içindeki kişinin, kentle kurduğu ilişki ile de ilgili, korumada kentlilik bilinci, aidiyet duygusu, sahiplilik gibi durumlar var.
Tersane-i Amire'den bir kare
Fotoğraf: Gül Köksal
Haliç için sizin önerileriniz nedir?
Aslında Haliç'te pek de bir şey kalmadı, tekil olarak çoğu dönüştürüldü oradaki tesislerin. Özetle Haliç bir zamanlar mesire yeriyken, 19. yüzyıldan itibaren sanayi alanını evriliyor ve şimdide tekrar mesire yerine dönüştürülmeye çalışılıyor. Orada yaşayan insanların gelip oturmaları için fasulye taneleri gibi yeşil alanlar düzenlenmiş, kimse de gidip oturmuyor. Daha başka yatırımlar yapılıyor, workshoplar düzenleniyor ama noktasal çabalar bunlar. Yine bütüncül yaklaşımın gerekliliğine geliyoruz.
Silahtararağa'nın dönüşümü ile bitmiyor iş, bu dönüşüm çok ciddi bir rantsal değer getiriyor ama önemli olan bu rantın kimin için kullanılacağı. Alibeyköy'de, Eyüp'te yaşayan insanlar bundan faydalanmıyor ki. Bu da tamamen bakış açısıyla, yaklaşımla ve planlamayla ilgili bir konu.Ama hala geç kalınmış sayılmaz. Haliç için belediyelerin, üniversitelerin, halkın ve dönüşümde yer alan aktörlerin biraraya gelmeleri ve buradaki çok kültürlülüğü, çok katmanlılığı anlayan ve yansıtan paydalarda buluşmaları gerek. Tekil dönüşümlerde bu unsurların da söz hakkının olması gerek.
Yineliyorum, bir alan yönetim planı çerçevesinde bunların yapılması gerek.Bir de bir tesisin dönüşümünde rol oynayan kurum, örneğin üniversiteler, yatırımcıları ve siyasetçileri de dönüştürmek için çaba sarf etmeli. Dönüşüm konusu, ister bir kentsel dönüşüm, isterse de bir endüstri yapısının dönüşümü, aslında Türkiye'de yapılı çevrenin dönüşümü olarak değil, zihinlerin dönüşümü olarak ele alınmalı artık. Zihniyetler dönüşmeden, yapıları/alanları dönüştürmeye kalkınca karşınıza çıkan şey ortada. Yoksa kendi kuyumuzu kazıp duruyoruz. Örneğin Silahtarağa'nın dönüşüm sürecinin bu anlamda önemli bir sorumluluğu vardı. Bilgi Üniversitesi'nin rolü, şu an gördüğümüz ile sınırlı kaldığı için, bende hayal kırıklığı yaratan bir uygulamadır. Bu dönüşüm ta en başında konuşulduğu zamanki gibi ısrarcı olmalıydı, yenilgi kabul edilmemeliydi, çünkü bu kent için bir ilkti ve ilklerin her zaman daha fazla şeye katlanması gerek, başka türlü yol açıcı olunamaz.
Diğer yandan bu uygulama, Türkiye'de tasarım ile koruma/restorasyon konularının nasıl bir önyargı ile birbirinden uzakmış gibi kabul edildiğinin de kanıtıdır bence.