Sanki Avrupa'da biraz daha kentsel kaygılar ağır basıyor. Onlar bu süreci nasıl yaşıyor?
Avrupa'da o denli büyük yatırımlarla oluşturulmuş o kadar çok yapı var ki! Biz de Silahtarağa bir tane, tersane bir tane, ama sadece İngiltere'de onlarca elektrik fabrikası var. Dolayısıyla endüstriye bağlı olarak kentler oluşmuş. İnsanların yaşamlarını o endüstriler belirlemiş. Bunlar, yaklaşım açısından bir farklılık yaratıyor. Özellikle de bugünden endüstri mirasına bakarken...
1950'lerin sonunda sosyal hakların devreye girmesiyle grevler oluyor ki grevlerin endüstriyel tarihte de çok önemli bir yeri var. Artık üçüncü dünya ülkelerinden çok daha ucuza ürün getirilebiliyor. Bir yandan bu tip yapıların çevreye zararlı olduğu söyleniyor. İnsan haklarına uymadıkları gerekçesiyle bazı tesisler kapatılıyor. Ve sonuçta fabrikaların hızlı bir işlevsizleşme süreci yaşanıyor. Avrupa'da bu tip tesisler işlevlerini yitirince farklı kaygılar oluşuyor.
Völkling Ağır Sanayi Tesisi
Kaynak: Gül Köksal
Zaten en başından, endüstriyel tesislerin yapımından beri farklı yollar izlemiş olan İngiltere, Fransa, Almanya ya da diğer ülkeler yine farklı yollar izleyerek bu miraslarını değerlendiriyor. Tam da bu aşamada ilk "endüstri arkeolojisi" kavramı ortaya çıkıyor. Sanayi yapılarının da bir miras olduğu, bunun da insan yaşamında bir süreci gösterdiği ve bugünkü sanayinin kaynağı olduğu anlaşılıyor. Bu tesislerin yıkımına zaman zaman mimarlar, plancılar, korumacılar ve zaman zaman da halk karşı çıkıyor.
Diğer yandan bu tesislerin yıkılması da problemli. Her ne kadar biz bugün Türkiye'de her şeyi pat küt yıksak da, bu tesislerin ortadan kaldırılması sırasında ciddi asbest, zararlı gazlar ve zehirli atıklar gibi ciddi sorunlar ile karşı karşıya kalınıyor. Asbest yüzünden nesiller boyu kanser görülebiliyor ve zehirli atıkların toprağa karışması nedeniyle anomali bitkiler oluşuyor ki, bu bitkiler bir sürece denk düştüğü için de endüstriyel peyzaj adı altında değerlendiriliyor.
Bu yapıların farklı bir miras değeri olduğu anlaşılıp, üstelik yıkımları maliyetli ve hatta zararlı olunca kullanılmaları, dolayısıyla işlevsel dönüşümleri gündeme geliyor. Çok sayıda aynı tip endüstriyel tesis olduğu için de önlerindeki seçenek sayısı çoğalmış oluyor. Örneğin Almanya'nın batısındaki Ruhr Havzası Duisburg'dan Dortmund'a uzanan, içiçe geçmiş 17 kentten oluşuyor. Yüzlerce fabrika var, bizde ki gibi iki üç fabrika yok ki. Öyle olunca da kiminin olduğu gibi tutulup, oradaki kömür tozuna kadar gösterilmesi, kiminin kabuğunu tutup içini dönüştürmeyi, kimini de tamamen dönüştürmeyi planlamışlar. Ama dikkat çekmek isterim ki, bunları bir üst plan çerçevesinde, bütününe bakarak yapmışlar. Ruhr'daki dönüşüm, IBA (Internationale Bauausstellung – Uluslararası Yapı Sergisi) tarafından 1989-1999 yılları arasında on yıllık program çerçevesinde ele alınmış. Oluşturulan üst planda her yıl, ne yapılacağı belirtilmiş ve uygulama ona göre devam etmiş. Havzada insanlar bir yandan yaşama devam ederken, bir yandan da dönüşüm devam etmiş.
Yani, bizim eksikliklerimizden biri de alan yönetim planları?
Evet, alan yönetimi çok önemli bir konu. Bunun önemini yeni yeni anlamaya başladık. Ama alan yönetim planlarını bırakın tam olarak uygulamaya koyduğumuzu, tam olarak anladığımızı bile söyleyemeyiz. Bu konuda oldukça problemliyiz.
Çok kısa bir süredir alan yönetimi konusunda Kültür Bakanlığı seminerler düzenliyor, konuyla ilgili kuruluşlar oluşturuluyor. Ancak umarım şöyle bir sorunla bu konuda karşılaşmayız, yurtdışındaki örnekleri alıp kendimize uygulamak gibi. Çünkü o örneklerde bir bütün içinden o noktaya inilmiş. Bu yüzden alan yönetim planı dahilinde, her alanı kendi koşullarına göre değerlendirmek gerek şart.