Bir de değişik bir cami projeniz var. Ondan da kısaca bahsetmek ister misiniz?
O bir yarışma projesi. Tasarım çizgimizi merak eden bir müşterimize dosya halinde sunduğumuz işlerden biri de oydu. Eleştiri olarak neden yere gömdün denildi. Benim oradaki derdim şuydu; insan her camiye girdiğinde, bir gün o toprağın altına gireceğini hatırlamalı. Behruz Çinici'nin TBMM Camisi ve onu tasarlarken kurguladığı düşünsel altyapı beni çok etkilemiştir. Çinici orada bir bahçe, bir cennet bahçesi kurgular. Her rükuya gittiğinde, her secdeye gittiğinde cennete fiziksel olarak da, ruhani olarak da bir yakınlaşma var. Yoksa cam yapmış, arkasına bahçe koymuş, içeriden sular geçiyormuş önemli değil. Benim de tek gayem, tasarladığım camiye giren insanın toprağın altını hatırlamasıydı.
Cami mimarisi son dönemin en çok tartışılan konularından birisi. Özellikle de Çamlıca Camisi yarışması ile bu konu iyice gündeme geldi.
Çamlıca yarışması çok enteresan bir süreçti. Hatırlarsanız birinci seçil(e)memişti. Yarışmada ikinciliği paylaşan ancak uygulanmayan diğer bir proje var. Sonuçlara bakarken o projeyi görünce, müellifi kim olduğunu bilmeden, "bu proje net, işi bilen biri, derdi olan biri hazırlamış" dedim. Sonradan Süleyman Akkaş'ın projesi olduğunu öğrendim. Neden katıldığı yönünde haddinden fazla eleştirildi.
Mimarlar Odası'nın ve genel olarak mimarlık camiasının bu konuyla tavrı netti. Ben de kişisel olarak yarışmaya katılmayarak sürecin protesto edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Ancak şu an biraz daha farklı bakıyorum. Keşke daha fazla katılım olsaydı ve süreç nitelikli projelerle protesto edilseydi. Yapılmayacaksa yine yapılmasın. Ancak sonuçta bugün söyleyebileceğimiz daha fazla argümanımız olurdu.
Ne için yapıldığını da hala anlayabilmiş değilim. Kimse bireysel olarak ibadete gitmez oraya, belki bayramdan bayrama. Düşündükleri gibi turist de gitmez, gidecekse burada orijinali var.
"Demirören yalan söylüyor"
Bir yandan da Demirören'le ilgili şöyle bir sorunu hatırlattı bana… Görece iyi tahsil almış bir yakınım, İstiklal'de yürürken Demirören için şöyle bir şey söyledi: "Ne kadar güzel oldu değil mi? Aynı eskileri gibi". Bu cümleyi kuran birisine bu saat itibariyle inandığınız değerleri ve gerekçelerinizi anlatamazsınız.
O yapının şöyle de bir etik problemi var; düşünün ki Kanadalı birisi geldi, Taksim'e yolu düştü, fotoğraflar çekti, sıra Demirören'e geldi, nu da fotoğrafladı. Şöyle bir yargıya varabilir; "Vay be Türklere bak, helal olsun, eski yapıları ne kadar da güzel korumuşlar". Sonra ülkesine geri döndüğünde arkadaşlarına o fotoğrafları gösterip, Türklerin mimarlığa ne kadar saygı duyduğunu anlatır, "bakın ne güzel korumuşlar" der. Bir de şöyle düşünün, aradan 200 sene geçti, mimari bir grup İstiklal'de dolaşıyor. Yapıların yapıldığı dönemleri nasıl ayıracak? Demirören de eşleştirildiği dönemin arasında kaynayıp gidecek. Böyle bir yapı yapmakla insanları açık bir şekilde kandırıyorsunuz. Yalan söylüyor bina. Buradaki esas sorun şu; mimarlık kültürünün sadece mimara değil, mimar olmayanlara da anlatılması gerekiyor. Hatta buna ilkokul düzeyinden başlanmalı. Resim dersinin bir kısmında ya da sanat tarihinde vs bunların kesinlikle verilmesi gerekiyor. Gerekirse ilkokullara gidip workshoplar, seminerler, sunumlar yapılmalı.
Evet, kente ve çevreye nasıl bakacağımızı öğrenmemiz gerekiyor.
Kendi çocukluğunuzu düşünün, nasıl bir çevrede büyüdük? İnsan ne görürseniz o kadar öğrenebilir. Avrupa'ya gittiğinizde oradaki çocukların gelişim seyrini görüyorsunuz, bambaşka bir yerdeler. Barselona'da Gaudi'yle büyüyor, bir tarafta Picasso var, Miro var. Bu çocuğun kente, sanata, tasarıma, mimarlığa, müziğe bakışıyla, bazı yoksunluklar içerisinde yetişmiş bir çocuğun, gencin bakışı kıyaslanabilir mi? O yüzden bu bilinç erken dönemde oluşturulmalı. Yoksa üniversite düzeyindeki eğitimle çözülecek bir şey değil.