İstanbul'da Süleymaniye Camisi gibi birinci dereceden anıt eserlerin inşaat şirketleri tarafından restore edilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Bir restorasyon uygulaması elbette inşaat şirketleri tarafından da gerçekleştirilebilir. Ancak bu şirketlerin konusunun uzmanı mimar ve diğer meslek insanlarıyla birlikte çalışması, onlardan hizmet alması koşuluyla. Bu sözde, kağıt üstünde bir uygulama olmamalı, yasalarla güvence altına alınmış, kesin kurallar olarak tüm idarelerce de uygulanmalıdır.
Ancak, bu göstermiş olduğunuz İnşaat tabelalarından yola çıkarak da şunları söyleyeceğim; bu tabelada proje müellifinin adı yok. Oysa imar mevzuatının en temel kurallarından biri, herhangi bir inşai faaliyete ait çalışmanın yapıldığı yerde işi açıklayan bir tabela ve bu tabelada da müellif mimarın adı soyadı, sicil bilgisinin yer alması gerekliliğidir. Oysa burada sadece yapımcı şirket, onu temsilen şantiye şefi ve kontrol eden idareye ilişkin bilgilerin verilmesiyle yetinilmiş olduğu görülüyor.
Her nedense mimarın telif hakkı bu tabela da bile yok sayılıyor. 5846 sayılı ve 2863 sayılı kanunların ve Koruma Yüksek Kurulu ilke kararlarının paralelinde meslek odasının bazı düzenlemeleri söz konusu. Mimarlık hizmetleri yönetmeliği, buna bağlı olarak hazırlanan mimarlık hizmetleri şartnamesi ya da korunması gerekli kültür ve tabiat varlığı olarak tescil edilmiş taşınmazların rölöve, restitüsyon, restorasyon hizmetleri şartnamesinde gerek kanuna gerekse bu ilke kararlarına göndermeler yapılarak, mesleki sorumluluğun ve telif hakkının projeyi üreten mimara ait olduğu söylenir. Bu, yasanın özünden gelen doğal bir haktır.
Durum böyleyken, daha işin projelendirme ya da araştırma aşamasında, idarece bunun dayatılması hukuki değildir. Dolayısıyla az önce bahsettiğimiz iki komite de hukukçularımızla birlikte bu konuda çalışmaya devam ediyor.
Öte yandan şöyle bir durum söz konusu; özellikle rölöve ve restitüsyon çalışmalarını Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'ndaki "derlemeler" faslına sokabiliriz. Derleme yapma hakkı herkese aittir. Dolayısıyla bir mimar rölöve ya da restitüsyon çalışması yaptığında, başka bir mimar da aynı yapı üzerinde bu çalışmayı yapabilir. Burada kritik olan nokta, her iki mimarın çalışmasının da kendine has ve özgün olmasıdır. Bu durumda her bir proje için ayrı telif hakkı söz konusudur. Dolayısıyla özgün bir çalışma yaptığınız ve birbirinizin hakkını gözettiğiniz sürece sorun büyük oranda çözülmüş olur. İdarenin şartnamelerinin de bu yönde oluşturulmasını tercih ederdim.
Bu durum, Kültür Bakanlığı nezdinde birtakım itirazlara da söz konusu oldu. Bir şekilde elde edilmiş bir projenin uygulama sürecinde ihaleye (özel uzmanlık gerektiren restorasyon uygulamalarını bir kenara bırakın), herhangi bir mimari yetisi olmayan tüzel kişilerin katılımı kabul edildi. İtiraz yazılarına bizzat Sayın Bakan'ın imzası ile gelen cevabi yazıda; tüzel kişiliklerin bu tür ihalelere katılmalarına; serbest piyasa ekonomisi içerisinde rekabeti artırıcı, nitelikli ürün elde edilecek bir yöntem olarak başvurulduğundan bahsediliyor. Biz ise tam aksini iddia ediyoruz.
Maalesef birtakım tüzel kişilikler ihalelere katılıyorlar. İhaleye girerken şartnamelerde, genel kabul çerçevesinde, mesleki formasyondan çok ekonomik güce bakılıyor. Oysa kültürel mirasa konu olan bir yapının restorasyonu söz konusu olduğunda özellikle, yasanın ve ilke kararlarının işaret ettiği mesleki formasyona bakılması gerekiyor. Kamu zaten bu yapıların yenilenmesi ve restorasyonu için bütçe ayırıyor.
Konuya bütçe açısından yaklaşıldığında da kamu kaynaklarının doğru kullanılması, tercihlerin bu yönde yapılması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Projenin istenilen kişiye verilebilmesi için yapım ihalesinin birinci aşamasında, proje müellifinin elinden, mesleki uygulama sorumluluğu da dahil olmak üzere, tüm haklarını devrettiğini ifade eden bir belge alınıyor olması ise daha önce de değindiğim gibi hukuken geçersiz bir uygulamadır.
Uygulamanın bu konuda liyakatını ispat etmiş deneyimli kişilere verilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Bakanlığın bunun, serbest piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü koşullarda rekabeti artırıcı ve iyi ürün elde edici yöntem olduğunu savunan yazısına kesinlikle katılmıyorum. Tek tük olumlu örnekler olsa da tam tersi durumlarla sıkça karşılaşıyoruz.
Örneğin, II. Teodosisus Çesmesi'yle ilgili uygulama tam da tezlerimizi kanıtlayan bir örnek. Hiçbir yetkinliği olmayan, sadece kağıt üzerinde birkaç mimar isminin göründüğü ama onların şantiyede bile olmadığı bu restorasyon projesi, tüzel bir kişilik tarafından yürütülen bir uygulama tarafımızca dava konusu edildi ve kazanıldı. Şu anda temyiz aşamasında. İlke kararlarına aykırı olarak bu konuda çalışma yetkisi olmayan, kağıt üzerindeki isimlerle ihale edilen bir iş. Ne 660 ne de 680 sayılı ilke kararlarındaki koşulları kapsıyor. Proje sorumluları mimarlık diplomalarını almışlar ama restorasyon konusunda uzman değiller. İhale evrakları arasında diplomaları olduğu için ilgili tüzel kişiliğe sarnıcın restorasyon işi verilmiş. Davaya da o açıdan konu oldu. Kurul kararı iptal etti. Davalı idare temyize başvurdu. Şu anda temyizin yanıtı bekleniyor.
UNESCO özellikle İstanbul'u sıkı takip içinde. Uluslararası uzman kurum olarak onun bir yaptırımı olamıyor mu bu alanda?
İstanbul'un Dünya Kültür Mirası Listesi'nden çıkarılması söz konusu ve bununla ilgili sürekli UNESCO tarafından takip ediliyoruz. Bu süreçte İstanbul için olumlu anlamda neler yapıldı derseniz, hiç inanmak istemediğimiz halde herhalde kamu otoritesi "UNESCO bizi bir an evvel listeden çıkarsın" diye düşünüyor olacak ki uygulamalar da o yönde gelişiyor diyoruz. Dünya Kültür Mirası Listesinden çıkarılmak bizce çok önemli bir yaptırım ancak, idare için UNESCO'nun bu anlamda önemli bir yaptırım gücü yok olsa gerek ki, olumsuz uygulamalar tüm hızıyla devam ediyor.
II. Theodosius Çeşmesi dava dilekçesine ulaşmak için tıklayınız.