Peki, işin sosyal politika ayağı?
Kentsel yoksulluk istihdam politikalarıyla ne kadar ilgiliyse, küresel anlamda dönüşen sosyal politikalar ile de o kadar ilgili. Hatta kent yoksulluğundan bahsederken en fazla sosyal politikadan ve sosyal haklardan bahsetmek gerek galiba. Sosyal politikaların toplumdaki bütün yurttaşlara bir "hak olarak sağlanması" mantığının geriletilmesi ve sosyal politikaların yapıldığı alanların giderek özelleşmesi kent yoksulluğunu arttırdığı gibi en azından alternatif politika üretenleri de çaresiz bıraktı. Örneğin popülerleşmeye teşne olmuş bir mesele olarak su konferansının kendisi aslında bu durumu net olarak gösteriyor. Suyun ticarileşmesine ve kaynaklarımızın pet şişeler içine koyulmasına ortam sağlayan kesimler toplanıp suyu medeniyetin aracı olarak tarif ettiler. Dışarıda da "suyun ticarileşmesine hayır" diyen kişiler cop yediler.
Bu örnek bize, toplumsal kaynaklar yönündeki taleplerin ne kadar gerilimli ve çatışmalı bir hal aldığını gösteriyor. Artık dünyanın her tarafında ihtiyaçlar üzerinden gerçekleşen çatışmalar var. Çünkü aşırı özelleştirmeciliğin sonucunda insanlar her şeylerini kaybetti ve toprak işgalleri, fabrika işgalleri gibi politik hareketlerle hak aramaya başladılar.
Kentsel politikaların, etnik yapılar üzerinde bir baskı aracı olarak da kullanıldığını görüyoruz Sulukule örneğinde olduğu gibi...
Amerika'da yapılan sosyolojik çalışmalar etnisite üzerinden, İngiltere'deki çalışmalar ise sınıf söylemi üzerinden şekillenir. 1990'lardan sonra ise bu çalışmalara etnik yapıya bağlı mekansal ayrışma da dahil oldu. Fakat pratik olarak etnik yapıya bağlı bir biçimde şekillenen çalışmalar genellikle, etnik yapıyı kültürel bir mesele olarak ele alıyorlar. Bunu da biraz politik iktisadın gözden düşmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum açıkçası. Ama tabi ki etnik yapı bir baskı ve sorun aracı olmaktadır. Bu sorun üzerine de özelleşmiş sosyolojik çalışmalara ve politikalara ihtiyaç var. Ama Sulukule örneğinde şöyle bir sorun yaşandı; Sulukule Projesinin adı duyulur duyulmaz mülkiyet piyasasında hareketlenmeler oldu ve hızla mülkiyet el değiştirmeye başladı. Bu durum ilginç biçimde karşı duruşları büyük oranda etkisizleştirdi. Proje iptal olsa dahi ortada dağılmaya başlamış eski bir yerleşik yaşamın parçalanmasını durduramayacaktı. Çünkü aşırı rant artışları ve beklentisi Sulukule için verilen mücadelenin ve çabaların etkisini kırma yönünde işledi. Ama özellikle medya diğer kentsel dönüşüm projelerine ilgisiz kalmasının tersine buraya çok ilgi gösterdi. Öyle bir ilgi oldu ki, Roman halkının kültürel kimliği ve müziği ile ortalık şenlenir gibi oldu ama bu onların hayatını kurtarmaya yetmedi.
Bunun sivil toplumcu yaklaşımla mı ilgili olduğunu düşünüyorsunuz?
Evet, öyle. Sivil toplumcu yaklaşımı biraz sorunlu buluyorum. Çünkü sivil toplumcu yaklaşımın önerdiği çözümler ve sunduğu çözüm ortamı, yasal hak arama hedefini çok temel almayabiliyor. . Bu yaklaşım örneğin Sulukule'de "birlikte yapalım", "birlikte şekillendirelim" söylemi ve yerel kazanım hedefi ile ortaya çıkıyor. Elbette Sulukule'yi birlikte şekillendirebiliriz, fakat sorun Sulukule örneğinin, diğer bölgelerdeki ya da diğer kentlerdeki benzer durumlar açısından hukuki anlamda örnek teşkil edip etmeyeceği. İstanbul'daki sivil toplumcuların ve Sulukule'nin Avrupa Birliği gibi avantajları vardı. Fakat Türkiye'nin her yerinde bu koşullar yok ve bu koşulların olmadığı diğer bölgelere de buradaki sivil toplumcuların destek sunamayacağını biliyoruz. Çünkü mevcut güç ancak o bölgeye yetiyor.
Peki, sizce izlenilmesi gereken politika nedir?
Bence kazanılmış sosyal hak hedefiyle politika üretmek gerekiyor böyle durumlarda. Çünkü kent yoksullarının mağdur olması, aslında onların birer yurttaş olarak sosyal haklarını yitirmiş olmalarından kaynaklanıyor. Bu sosyal haklar da az önce söylediğim gibi istihdam alanı ile bağlantılı olarak kişilerin işlerini ve sonra da sağlık, eğitim ve diğer toplumsal ihtiyaçlarının bir hak olarak kaybetmeleriyle ilgili. Zaten özelleştirmeden dolayı işini kaybeden kişi sağlık ve eğitim hizmetinin dışında kalmış oluyor. Dolayısıyla, sosyal politikaların toplumsal niteliği aşındıkça "yardımseverlik" güçlenen bir politika haline geliyor. "Yardımseverlik" kavramı hem yoksulların reddedemeyeceği bir hal hem de çok politikleşti. Yani "yardımseverlik" kendini siyasetin dışında bir yerde tarif etse de aslında politik olarak şekilleniyor.
Bunu seçim çalışmalarında gördük. Yardımseverlik, bugün bir politik güce ve iktidara dönüşmüş durumda. Ama bu ortamın 5 yıl sonra nasıl seyredeceğini kestirmek güç.
Alternatif politika üretenlerin politik kazanımları "talep etmek" üzerinden şekillenecektir. Evet, her şeyini kaybetmiş insanların politikleşmesi açısından bir aşama söz konusu. İş sahibi olan ve hayatını sürdüren bir orta sınıf insanının politikleşmesi daha güç. "Başka bir dünya mümkün" söylemi orta sınıf için çok fazla bir şey ifade etmiyor. Fakat yoksul kesimler için bu böyle değil. Onlar için kaybettikleri yada ihtiyaç duydukları bir yaşamın tarifi olabilir.
Bugün bu kesimler "hayırseverlik" kıskacında yaşamlarının iyileştirilmesini umut etmekte olabilirler. Kimse mahallesine getirilen kömüre hayır demeyecektir. Kaldı ki mesele yardım almak ya da almamak meselesi de değil. Kaybeden kesimlerin sayısı bu kadar çok iken hayırseverlik her zaman güç kazanan bir seçenek olarak karşımıza çıkacaktır.
"Hayırseverlik"in yarattığı kültürel ve politik zemin, bu uygulamanın meşruiyetini daha da sorunlu hale getirmektedir. Hem kültürel, hem ideolojik hem de politik anlamda benim çok uzağımda duran "hayırseverlik politikası"nın toplum açısından sakıncası kamusal hakları bir partinin iradesine ya da yerel bir insafa bırakmış olmasıdır. Büyük toplumsal bedeller verilerek kazanılmış haklar çok rahat bir biçimde geri alınıyor ve bunlara alternatif olarak yardımlar sunuluyor. Bir ay yardım alan kişinin ikinci ay da yardım alacağına dair hiçbir yasal garanti yok. Yardım yapmadığınız zaman hiç kimse gelip size hesap soramaz. Oysa sosyal politikaların yerine getirilmemesi durumunda, hak sahipleri hukuki olarak hesap sorabilir.
Kent yoksulluğunu alt etmek için sosyal politika talebinin gerekli olduğunu düşünüyorum.