Yine projelerinizden devam edelim. Antalya Yöresel Ürünler Pazarı projesiyle World Architecture Festival 2018 Finalistleri arasına girdiniz.
MŞ: Evet. 2018 Ulusal Çelik Proje Ödülü’nü de kazandı. 2016 yılında başlayan bir süreç. Merakla yapılmasını beklediğimiz işlerimizden diyebilirim. Bu projemizde de ‘dün’ ile ‘bugün’ sorgusu var aslında. Pazar deyince hepimizin ilk aklımıza gelen şey Kapalıçarşı oldu. Biz de öncelikle Kapalıçarşı’yı, sonrasında da semt pazarlarını gezdik. Ana üst ölçekte tasarım kararlarına yoğunlaştık. Her ikisinde de ilginç bir biçimde çoklu girişlerin ve şaşırtmalı yolların olduğunu ve ara toplanma boğazlarını keşfettik. Bunlar insanları mümkün olduğunca fazla pazar tezgahıyla, dükkanıyla buluşturmak amacıyla kullanılmış. Ayrıca fonksiyonel bu benzeşmelerin yanısıra, ‘biçim’ olarak da ‘yer’ ile bağlantısı ön plana çıkıyor.
Toros Dağları’nın şöyle bir özelliği var: Nereden giderseniz gidin bir şekilde karşınıza çıkıyor. Bunu tasarımda kullanarak “dağları hissetmek-feeling mountains” gibi bir konseptle yola çıktık. Oluşturduğumuz bu kabuk, o dağların jeopolitik yapısının metaforik olarak tasarımdaki yansıması aslında. Sonraysa fonksiyonla bütünleşik çoklu giriş zaten kendiliğinden şekillendi. İçimize sinen çok güzel bir iş oldu.
Peki projelerinizde malzeme seçim süreçleriniz nasıl işliyor? PDG Mimarlar’ın kullanmayı sevdiği bir malzeme var mıdır?
MŞ: Aslında sevmediğim var, evet. “Gibiymiş” olan bir malzeme benim tüylerimi diken diken ediyor. A görünümlü B... Malzemenin olabildiğince doğal olması lazım. Malzeme yalan söylemezse mimar da yalan söylemez, ben buna inanıyorum. Bazen özellikle Türkiye koşullarında birçok malzemeyi istediğimiz gibi kullanamadığımızı düşünüyorum. Yani asıl bizim üretim sürecimizi etkileyen faktör, malzeme.
Tuğlayı, ahşabı, taşı kullanmayı çok severim. Zaten projelerimize baktığınızda, kendine özgü bir dile sahip olduklarını görebilirsiniz. Mesela brüt beton kullanmayı severim. Ama boya ya da sıvadan da kaçmam. Bazen yapının cephesine harcayacağınız bütçeyi başka bir fonksiyona harcamak bir maalesef pazarlık unsuru olabilir. Hep cephe ön planda olur ya, cephesini beğendiğimiz bir projeyi iyi zannederiz. Aslında mimarlık ressamlıkla paralel giden bir iş değildir, mimari tasarımın bir de fonksiyon tarafı vardır. Cephedeki maliyeti azaltarak fonksiyonu iyileştirmek ya da o bütçeyi mekansal unsurlara harcamak benim tercihim olabilir. Leland Martin Roth'un Mimarlığın Öyküsü’nde bahsettiği gibi mimarinin üç ana bileşeni utilitas (işlevsellik), firmitas (sağlamlık, form), venüstasın (güzellik, estetik) olabildiğince ortak kesişimlerini yüksek tutmaya çalışıyorum. Bu da aslında bizi başka bir bileşen hatta en önemli bileşene ulaştırıyor. İşveren...
Ülkemizde çok fazla iyi mimar olduğuna inanıyorum, hatta var diyerek konuyu tartışmaya kapatabilirim, ama iyi işveren sayısı bu seviyede değil. İyi işverenle buluşan iyi işler çıkartır. Bizim üretmekle ilgili bir sıkıntımız yok, bizim iyi işverenle ilgili sıkıntımız var. İşveren size güvenirse ve inanırsa, çıkartacağınız işin kalitesi de o oranda artar. Nitelikli çıkmış bir mimari ürünün arkasında muhakkak iyi bir ‘işveren’ vardır. İşveren’e rağmen ‘iyi’ nitelikli iş üretmeye çalışmak çoğumuz yaşadığı girdap sanırım.
Birçok projenizden bahsetmiş olduk. Bunlar arasında size en çok heyecanlandıran ve ofisinizin tanınırlığını artıran en önemli proje hangisiydi size göre?
MŞ: Aslında her projenin ayrı ayrı bir anısı, çıkışı var. Hepsinde dert ediklerimiz, çabaladıklarımız var. O an neyle uğraşıyorsam bende heyecan uyandırabiliyor. O yüzden şu anda devam ettiğimiz işlerden bahsedebilirim.
Şu an bir vakıfın kültür merkezi projemiz var. Aslında iç mimarisini tasarlamam için teklif geldi. Anıtlar Kurulu’ndan onayı alınmış bir projedi. Projeyi ilk inceledikten sonra sadece benden istenen ile yetinmek yerine Anıtlar Kurulu’ndan onayı alınmış bir projeye ben ‘Buraya başka bir şey yapmak lazım.’ derdine düştüm. Oturdum, eskizler yapmaya başladım. “Bu onaylanmış projenin yerine üç eski binanın yanında günümüzü yansıtan modern iki binanın yer alması gerek.” dedim. “Kaygını anlıyoruz ama süreç uzar.” dediler. Buradaki ‘ama’ aslında benzer isteklere sahip olup ‘süreç’ ile alakalı olunca, biz de hiç çekinmeden hatta koşa koşa aklımızdakini yapmaya koyulduk. Çok kısa sürede, aslında birkaç sunum yaparak her iki tarafında istediğine ulaşmasını sağladık.
Kabul edilmeseydi sanki içinize sinmeyen bir tarafı da olacaktı…
MŞ: Tabii. Benim şöyle bir huyum var, ofisteki tüm arkadaşlar bilir. Bir yerde beni rahatsız eden bir şey görürsem ve ona müdahale edebiliyorsam, sonuna kadar çekinmeden kavgasını veririm. Mimarinin ticari yanını bir kenara bırakıp, işten zarar bile etsek bu kavgayı vermeye devam ederim. “Çok uğraşacağız, çok kavga edeceğiz ama en azından küçük bir parçayı toplamış olacağız” derim ofisteki arkadaşlara. Aslında herkes o küçük parçayı toplamak için biraz uğraşsa ya da sürece dahil olsa, şikayet ettiğimiz yapısal çevrenin büyük bir kısmı düzelmiş olacak. Ama kimseden böyle bir özveri bekleyemezsin. Bir mimarlık ofisi aynı zamanda bir işletmedir aynı zamanda. Çıkmazımız da bu sanırım…
Fonksiyonel değişikliği de siz mi önerdiniz?
MŞ: Genel dili değiştirdiğimizde form artık başka şeyler de sağlayabildi bize. Bunun üzerine fonksiyonel değişikliklere Vakıf karar verdi. Projeye baktığınızda eski ve yeni binaların birbirinden ayırt edilebilecek şekilde olmasına çalıştık. Örneğin, ben Süleymaniye’ye gittiğimde hangi yapının eski, hangisinin yeni olduğunu anlayamıyorum. Yapıların artık orijinal mi ya da yeni mi olduğunu anlamak mümkün değil. Bir tür “kıyafet” olmaya başladı tasarım dediğimiz şey. Biz ofis olarak işin özüyle ilgileniyoruz. Ben ayırt etmekte zorlanıyorsam teknik olarak, sokaktaki insandan da ayırt etmesini bekleyemeyiz. Çabamız biraz da ona istinadendi.