Müzeciliğe ilk ne zaman ilgi duymaya başladınız? Çocukluktan gelen bir tutku muydu? Kültürel bir işle uğraşmayı tercih etmenizde mimar bir babanın evladı olmanın etkisi oldu mu?
Mimar bir baba ve arkeolog bir anne… Ben çocukken annem arkeolog, babam da restorasyon uzmanı olarak arkeolojik kazılara giderdi. İlkokul yıllığımda bile hayalimin ‘arkeolog olmak' olduğu yazılıydı. Üniversite sınavına girerken de bu isteğim devam ediyordu ama annemin artık profesör olmuş arkeolog arkadaşları beni caydırmaya çalışınca, diğer bir tutkum olan tiyatroya yöneleyim dedim. Ama sınava girdiğim yıllarda tiyatro için aynı şekilde "Türkiye'de tiyatrocu mu olunur?" fikri ağır basıyordu. Bir yandan tasarıma da büyük ilgi duyuyordum. Buna aslında mimarlığın bir türevi olarak bakılabilir. Özel olarak mimar olmak istemedim ama tasarım, grafik gibi daha ürüne yönelik disiplinler ilgimi çekiyordu ve ODTÜ'de "Endüstri Ürünleri Tasarımı" okumaya karar verdim. Bu konuda hiçbir pişmanlığım yok. Endüstri ürünleri tasarımını çok seviyorum ve severek de okudum. Üniversitedeki son seneme kadar fiilen tiyatro da yaptım. Dolayısıyla iki tutku bir arada gidiyordu. Öte yandan arkeolojiye duyduğum ilgi baki kaldı.
Endüstri ürünleri tasarımı yeni bir ürün ortaya koymayı içerdiğinden teknolojiyle ve modernlikle özdeşleştirilebilir. Bu eğitimi aldıktan sonra, tarihi en ‘derin'den inceleyen disipline geçiş yapıyorsunuz. Bunun mesleki yaşamınıza yansıması nasıl oldu?
Bu bir aradalık en çok müzeciliğe yaradı denilebilir.
Endüstri ürünleri tasarımını hep bir teknik olarak gördüm ve işlevsel olduğuna inandım. ODTÜ'de bize hep tasarımın işlevselliği, uygulanabilirliği, üretilebilirliği öğretildi. "Tasarım yüce bir kavramdır ve çok enteresan işler ortaya çıkarır". Tam aksine tasarımın kullanılabilir olması ve gündelik hayata konfor getirebilmesi gerekir. Bunun arkeolojiyle özdeşleşecek bir yanı yok ama müzecilikle özdeşleşecek ciddi bir noktası var. Çünkü müzelerde yapılan tasarımlar da mutlak surette işlevsel olmak zorundadır. Tarihsel bir nesneyi sergileyebilmek, onu daha fazla ortaya çıkarmak, korumak, anlaşılır kılmak için etrafına işlevsel bir kap yapıyor olmalısınız.
Aldığınız eğitimin üç boyutlu düşünme ve detay çözme konusunda diğer tasarım çalışmalarına altlık oluşturduğu söylenebilir belki…
Üç boyutlu düşünmede büyük katkısı oldu tabii ama detay çözme okulda öğrenilmiyor. Mesela ‘plastik sıkı geçme detay' adını koyduğumuz bir detay vardı. Bunu biraz da kendimizle alay etmek için kullanıyorduk. Evet, bunu düşünmek gerektiği okulda öğretiliyor ama bunların gerçek üretim potansiyellerini ve gerçek üretim pratiklerini düşünüyor olmak galiba okulun öğrettiği bir şey değil.
Şu anda da bunun örneklerini görüyorum zaten. Birçok genç mimarla ve tasarımcıyla görüşüyoruz. 3D Max'ler vs kullanıyorlar. Çizimde her şey muhteşem gözüküyor ama bu nasıl üretilir dediğimizde, herkes gökte yıldız sayıyor. Ben hala okullarda bunun tam bir pratik olarak öğretildiğini düşünmüyorum. Bence üniversite, akademi dediğimiz kurum bir yöntem öğretiyor. Ondan sonra işin pratiği, sizin içine girmiş olduğunuz alanla ilgili piyasada çözülecek bir hikaye.
Müzecilikte de bu böyle. Teoride öğrendiklerinizi uygularken, çocuklara yönelik müze eğitimi yapmamız gerek deyip, ondan sonra kendini depoya kilitleyen çocuk karşısında ne yapacağını bilemiyoruz. Bütün bunlar genel normlar ve teoriler içinde değerlendirilemeyecek şeyler.
Bu konuda şahane bir örnek var. 16. yüzyıldan kalma ahşap bir ikonu sergilenmek üzere, Rio de Janeiro'daki bir kiliseden Finlandiya'ya gönderiyorlar. Finlandiya'daki müze, müzecilik normlarına göre %55 nem ve 23 derece sıcaklıkta tutuluyor. Kutuyu bir açıyorlar ki ikon paramparça olmuş. Sebep, iklim değişikliği. Brezilya'daki %90 neme ve 38 derece sıcaklığa alışık olan ikon, müzenin doğru kabul ettiği iklimlendirmeye girdiğinde kendini salıveriyor. Bu, pratikten başka hiçbir şekilde çözümlenemeyecek bir durum. Öngörülemeyen aksaklıklar her meslekte var ve bunların okulda öğretiliyor olmasına imkan yok.