Siz, mimarlık serüveninize Almanya'da marangozluk eğitimi alarak başladınız. Alman eğitim sisteminin sunduğu olanaklardan biridir bu; kendinizi keşfe çıkmak, farklı alanlarda deneyim edinmek ve ardından mesleki bir formasyona kararı vermek… Siz marangozluk öğrenme kararını nasıl vermiştiniz?
Ben işlerini seven birisiyim. Annem-babam terzi ve ben de ilk başta terzi olmayı amaçlıyordum. Üstelik tekstil firmalarında desinatör olarak çalıştım. Okulu pek sevmiyordum; okumak niyetim de açıkçası yoktu. Hele ki üniversiteye gitmek, mimarlık falan okumak planlarım arasında hiç yoktu! Bir meslek öğreneyim, onu iyi yapayım derdindeydim. Bu, Almanya'da da olabilirdi, Türkiye'de de… Eninde sonunda marangozluğa başladım. Bu eğitime Kuzey Almanya'da, küçük bir köyde başladım.
Kuzey Almanya köylerinde yaşayan insanlar disiplinlidir; sabah altıda güne başlarlar, akşama kadar yoğun çalışırlar. Ben de böyle bir yerde, bir Meister'in (usta) altında çırak olarak işe başladım. Üç kişilik, küçük bir firmaydı bu. Ancak yalnızca üç hafta çalıştıktan sonra, okula gitmem gerektiğini anladım; o ağır ortamda çalışmak bana gerçek çalışma hayatını gösterdi. Ama başladığımı mutlaka bitiririm. Dolayısıyla bu kararı en başından vermeme rağmen orada da üç sene kaldım ve eğitimimi bitirdim. Bu, bir hayat eğitimi de oldu aynı zamanda…
Hemen ardından üniversiteye mi adım attınız?
Üniversite öncesinde bir adım teşkil etmesi için iki sene Fachoberschule'de okudum. Ardından Kiel'de bir sanat okulunda (Muthesiusschule) yer buldum. İşte burada daha çok sanata yönelik bir mimarlık eğitimi aldım. Ama yetmedi! Ardından Düsseldorf'ta Sanat Akademisi'ne (Kunstakademie Düsseldorf) devam ettim. Burada da sanat ile buluştum. Mimarlığı ifade etme biçimlerini bir şekilde sanatta, resimlerde ve fotoğrafta aradım.
Aslında hep zanaatkarlığa göz kırpan bir güzergah izlemişsiniz.
Evet, doğrudur. Üstelik dönemin iyi iş yapan meslek adamlarından Laurids Ortner isimli Avusturyalı bir mimardan ders alıyordum. O da karar vermem gerektiğini vurguladı ve eğer mimarlığı seçersem, kendisi ile eğitimime devam edebileceğimi söyledi. Gerçekten de yaptığım işler, hep sanatsal bir ağırlıkla, neredeyse heykelsi örnekler olarak ortaya çıkıyordu. Ben de "Ne de olsa hepsi bir mimarlık" diye düşünüyordum. Profesörümün ise bu uyarıyı yapması, beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı. "Demek ki sanat ile mimarlık farklı şeyler" diye düşünmeye zorlanmıştım. Zaten sonuçta da güzel sanatlara gücüm yetmedi.
Ne anlamda?
Sanat ile uğraşmak, gerçekten güç gerektiren bir şey; insanın kendisi ile çok uğraşması gerekiyor. O gücü de ben kendimde göremedim. Hayatta para kazanıp bir şekilde geçimini sağlama derdi var. Mimarlık ise bunu başarmak için daha pratik, daha kolay bir yol gibi göründü.
Peki, güzel sanatlardan hemen kopabildiniz mi?
İki senelik güzel sanatlar eğitimim sırasında mimarlık pratiği yapmaya başladım; geçiş dönemini de bu şekilde yaşadım. Düsseldorf'ta büyük bir mimarlık ofisinde, Rhode Kellermann Wawrowsky (RKW) bürosunda çalışmaya başladım. 1991 yılında buraya başladığımda 90 mimardık. Orada on yıl çalıştım ve on yılın sonunda 320'yi aşkın mimarı kapsayan bir mimarlık fabrikası haline gelmiştik.
Öte yandan burada da daha çok tasarım ile ilgilendim; resimler yapıyor, konsept geliştiriyordum.
Aslında bir anlamda mevcut eğilimlerinizi devam ettirdiniz…
Tabi ki… Ama artık o kadar serbest değildim. Bir de yeni ve büyük projeler ile karşılaştım, alışveriş merkezleri, ofis blokları… Birkaç yıl sonra, ufak bir grubun tasarım şefi olarak devam ettim. Ardından Berlin'de RKW'nin bir şubesini kurduk. Berlin şubemiz doğrudan Potsdamer Platz'daydı ve orada bulunduğum 1994-1999 yılları arasında, Potsdamer Platz'ın yeniden düzenlenmesine gün be gün tanık olmak güzel bir tecrübeydi.